DİSTOPYA -
ÜTOPYA ARASINDA BİR YER: SON ADA
Ütopyalar edebiyatta önemli yer bir
tutarlar ve memnun olunmayan mekânlardan kaçıp kurtulma, yeryüzü cennetine
ulaşma düşüncesinin ürünleridir. Distopyalar ya da anti-ütopyalar yeryüzü
cehennemleri şeklinde adlandırılır ve ütopyalarda görülen durumun tam tersi söz
konusudur. Ütopyalar, olumsuz durumların
olmadığı, eşit ve ideal bir topluma ulaşmanın yolu olarak sunulur. Ancak eşit, mutlu
bir topluma ulaşmak adı altında alınan kararlar, insanları mutsuzluğa
sürükleyebilir ve bu durum toplumda bir kırılma noktası oluşturur. İşte ters
ütopyaların görüldüğü yer de burasıdır. İnceleyeceğimiz Zülfü Livaneli’nin Son Ada adlı romanında da insanların
iyiliği, mutluluğu için çalıştığını söyleyen yöneticilerin dayattığı bazı uygulamaların
ve aldıkları kararların adadaki huzur ortamının bozulmasına, insanların
mutluluğunun aksine mutsuzluğuna neden olması anlatılır. Anlatıcı, yakın
tarihimizde yaşadığımız olayları alegorik bir anlatımla dile getirmiş ve doğaya
müdahale etmenin sonuçlarını fantastik bir anlatımla anlatmıştır. Ayrıca,
politik gücün kitlelerin üzerindeki etkisini anlatırken kurduğu anti ütopya ile
yeryüzü cennetinin nasıl yeryüzü cehennemine dönüştüğünü gözler önüne
sermiştir.
Ütopya dendiğinde hemen hemen bütün
eserlerde görülen dokunulmamış, gizli kalmış güzellikleri barındıran ada
kavramı, bu eserde de karşımıza çıkmaktadır. Anlatıcı, kitabın adı ile romanda
bulunan ütopik unsurlarla bağlantı kurmamızı da kolaylaştırmıştır. Çünkü roman
başından sonuna kadar anti-ütopik bir dünyayı anlatmaktadır. Teknolojinin
gelişmesiyle aynılaşan, insanlara bir zindanda yaşıyormuş duygusu veren ve yaşadığımız
dünyadan çok farklı bir yer olan ada; kavga ve gürültüden uzak, insanların
huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşadığı bir cennet mekân olarak tasvir edilmiştir.
Anlatıcı, adayı şu cümlelerle anlatmaya çalışmıştır: “Adanın dingin doğasında,
dile söze gelmeyen bir yaşam sırrı gizliydi sanki. Sabahları denizin üstündeki
süt beyaz sisi, akşamüstü insanın yüzünü yalayan hafif esintiyi, martı
çığlıklarına eşlik eden rüzgârın fısıltısını, lavanta kokularını nasıl
anlatmalı? Ya her şafak vakti gözlerimizi ovuşturarak kalktığımızda önümüze
çıkan, sislerle sarılıp sarmalanmış ve havada asılıymış gibi duran ikiz adanın
büyülü görüntüsünü? Ya denize dalıp çıkarak avlanan martıları? Ya evlerimizi
saran mor begonvilleri? Ya gece ıhlamurlarını?” (Livaneli 14). Ayrıca,
anlatıcının mekân olarak bir adayı tercih etmesinin diğer nedeni ise dış dünya
ile herhangi bir fiziki bağı bulunmayan, kuralların, müdahalenin, yönetimin olmadığı
bir yerdir. Edebiyatımızda önemli yazarlardan biri olarak kabul edilen Akşit
Göktürk, yazarların eserlerinde adayı kullanmalarının nedenini şu cümlelerle
açıklamıştır: “Yaratıcı bir yazar ise ada diye tanımlanan yer biçiminin doğal
yapısında bulunan birtakım özelliklere, bu özelliklerin kendisine sağlayacağı
anlatım olanaklarına ilgi duyar. Bu özelliklerin temelinde, bütün adaların
paylaştığı, dışardan ayrılmışlık, kendiyle sınırlanmışlık gerçeği vardır. Her
ada bir bakıma bütünden ayrılmış, dünyayı ya da ana-karayı uzağında, dışında
bırakmıştır. Adada yaşayan bir kimse için, dört bir yanını çepeçevre kuşatan
denizlerin ötesindeki dünya dışarıdır.” (Göktürk 12). Anlatıcı, Göktürk’ün
dediği gibi adanın sunduğu bütün imkânlardan faydalanarak eserine istediği biçimde
yön vermeyi başarmıştır. Adayı “kirlenen dünyanın temiz kalan son kalesi”
şeklinde adlandırarak, adanın bu özelliğini sık sık vurgulamıştır.
Ayrıca, eserde darbeci zihniyetlerin
yenilgisine uğramış, özlük hakları ellerinden alınmış insanların hikâyesi de
anlatılmaktadır. Adada mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşayan kırk ailenin hayatı,
Başkan’ın adaya taşınmasıyla tam bir cehenneme dönüşür. Başkan, devlet görevini
zorla bırakmış bir diktatördür ve ailesiyle beraber güzel, fazla kişinin
bilmediği, kafasını dinleyebileceği bir yer ararken keşfetmiştir adayı. Onun
adaya gelmesiyle adadaki ahenk bozulur. Darbeci bir zihniyet ile adanın
kontrolünü ele geçirmek ve adada yaşayan insanları egemenliği altına almaya
çalışır. İnsanların yanı sıra hayvanlar ve doğa da bu durumdan etkilenir.
Başkan, adadaki ağaçları kestirip, yollar yaptırır ve birçok hayvanının bu
durumdan olumsuz etkilenmesine neden olur. Martılara savaş açan Başkan, adadaki
hayatın daha da kötüleşmesine sebep olur. Kendisini uyaran Yazar lakaplı kişiyi
tutuklar ve bir daha kendisinden haber alınmaz. Bunun üzerine anlatıcı ve Lara
halkı Başkan’a karşı örgütleye çalışır, fakat onların sonu da Yazar gibi
tutuklanmak olur. Bu kargaşa ortamında kimsenin beklemediği bir olay
gerçekleşir; bakkalın kambur ve dilsiz oğlu Başkan’ı öldürür. Başkan’ın
ölmesiyle ada eski sahiplerine kalır.
Distopyalara genel olarak baktığımızda,
halkı yönetenlerin, kitleleri kontrol mekanizmalarıyla kendi nüfuzlarına alıp,
onların isteklerini ve ihtiyaçlarını göz ardı ettiklerini görürüz. Bu noktada
en bilinen örnek olan “Büyük Birader” kavramı ile karşılaşırız. “Günümüzde
gözetim kapasiteleri veya gözetim araçları gibi kavramlardan bahsedilirken,
genellikle “Büyük Birader” metaforuyla “Büyük Birader Seni İzliyor” sloganına
göndermeler yapılmaktadır; gözetime yapılan atıflarda söz konusu olan metafor
belli bir imayı ortaya koyar ve enformasyon teknolojilerinin sunduğu imkanlar doğrultusunda
geleceğe yönelik felaket senaryolarına yer verilir. Bu açıdan distopyalar, hem
gözetimin kendisi hem de gözetime maruz kalanların onu nasıl algıladığına
ilişkin bazı ipuçları vermektedir.” (Başaran 83. Son Ada’ ya baktığımızda da burada anlatılan “Büyük Birader”
metaforuna benzer özelliklerin Başkan karakteri için kullanıldığını görüyoruz.
Anlatıcı Başkan karakteri için “Büyükbaş” söylemini kullanmıştır ve Başkan’ın
adaya gelişiyle her şeyin onun kontrolü altında olacağı, gemisinde bulunan uydu
telefonlarıyla dış dünya ile iletişim halinde olduğu anlatılmıştır. Ayrıca,
Başkan’ın teknolojinin nimetlerinden faydalanarak kontrolü sağlamaya
çalıştığını da görüyoruz; “Demek ki teknenin üstünde, bizim radar sandığımız
cihazlar arasında uydu telefonları da varmış” (Livaneli 132). Bu nedenle artık
ada dış dünya ile tamamen bağımsız olmaktan çıkmış ve dışardaki etkilere açık
bir yer haline gelmiştir. Anlatıcı, ada halkının yürümekten keyif aldığı, kuş
sesleriyle dinlendiği serin yol
olarak adlandırılan, ağaçlar ile kaplı bir yol tasvir etmektedir. Bu yol
Başkan’ın müdahale ettiği ilk yerdir. Yolun etrafındaki ağaçlar budanır, ada
halkının tepkisini hiçe sayan Başkan bu yolu “yeşil bir duvara” dönüştürür.
Artık adalılar yolda yürürken güneşin yakıcı sıcağına maruz kalıyor, eskiden
duyulan kuş seslerini duyamıyorlardı. Fakat yapılan propagandalar ve etili
beyin yıkama teknikleriyle adalılar, yapılan bu düzenlemelerin kendileri için
ideal bir yaşam ortamı oluşturacağına inandırılmıştı. Bu olay, distopyalar da
gördüğümüz kontrol mekanizmasının gücünü en iyi gösteren örneklerden biridir.
Ütopya toplumları eşit bireylerden
oluşur ve eşitlik her alanda gücünü gösterir. İnsanların yaşam kalitesi hep
birbirine benzerdir. Son Ada romanına baktığımızda insanların adaya Başkan
gelmeden önceki ve geldikten sonraki durumları, eşitlik noktasında da çok
farklıdır. Mesela, adalıların Başkan gelmeden önce aynı tarz kıyafetler
giydikleri görülmektedir. “Doğrusu iskelede toplanmış bizler, bu ailenin
şıklığı karşısında pek döküntü kalıyorduk. Kimimiz mayoyla inmişti iskeleye,
kimimiz tek bir şortla; en derli toplumuz kısa bir şort ve fanila giymişti.
Kadınların da kimi mayolu, kimi şortluydu.” (Livaneli 27). Başkan geldikten
sonra, adada Başkan’ı destekleyenlerin kıyafetlerinde değişmeler olduğu göze
çarpıyor. Adada yapılan toplantılara Başkan’ın taraftarları, Başkan gibi takım
elbise giymeye başlıyor. Bu durum adadaki eşitliğin bozulmaya başladığını,
ütopyanın giderek distopyaya dönüştüğünü gösteriyor. Thomas More bu durumu
şöyle açıklamıştır: “Başkan yaşayışı ve giyinişi ile normal halktan ayrılmaz.
Halkla iç içe onlar gibi yaşar. Kılık bakımından Başkan bile öteki
yurttaşlardan ayırt edilemez. Ne süslü püslü bir kaftanı, ne de tacı maçı
vardır. Onu öteki ütopyalılardan ayıran tek şey elinde bir küçük başak
taşımasıdır.” (More 140). Romandaki Başkan karakterine baktığımızda elinde bir
baston taşıdığını görüyoruz. Baston da Başkan’ın kişiliğinde bulunan katılığı
öne çıkarmış, onu despot yönetimlerde görülen yöneticilere benzetmiştir.
Sonuç olarak Zülfü Livaneli’nin Son
Ada romanında karşımıza ütopik ve anti-ütopik özellikleri barındıran bir yapı
çıkmaktadır. Alegorik unsurlarla süslenen eserde insanlar için eşit, adaletli, hoşgörülü,
cennet gibi bir mekân tasvir edilmiştir. Ancak adaya gelen bir diktatörün,
adanın iktidarını kendi hâkimiyeti altına almak için yaptığı düzenlemeler adayı
bir cehenneme çevirmiştir. Eşitlik, doğaya müdahale, savaş ve barışın işlendiği
romanda yöneticilerin yol açtığı, telafisi zor olan hatalı kararlar ağır bir
dille eleştirilmiştir. Teknolojinin iktidarların isteklerine hizmet etmesine ve
insan hayatını saldırıya açık bir hedef haline getirmesine karşı çıkılmıştır.
KAYNAKÇA
Livaneli,
Zülfü. Son Ada. İstanbul: Doğan Kitap
Yayınları, 2013.
More,
Thomas. Utopia. İstanbul: Cem
Yayınları, 1992.
Göktürk,
Akşit. İngiliz Yazınında Ada Kavramı. İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları, 1997
Başaran, T. “Soğuk Savaş
Sonrasında Bilimkurgu Sinemasında Distopik Sistemler ve Kontral Mekanizmaları”.
Ankara Üniveristesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2005.
Mustafa Enes Şahin