CNN.com - Top Stories

7 Ocak 2014 Salı

Akile Hanım Sokağı

Mustafa Enes Şahin

                       
AKİLE HANIM SOKAĞI ROMAN İNCELEMESİ
            Milli edebiyat akımının ünlü kadın romancısı olan Halide Edip Adıvar edebiyatın birçok türünde eser vermesine karşın romancı olarak tanınmıştır. İşgal yıllarında Milli Mücadele içerisinde aktif bir rol üslenmiş, halkın ülkenin işgaline karşı direnmesi için çeşitli yerlerde konuşmalar yapmıştır. Sanatçıya yaptıklarından dolayı İstiklal Madalyası verilmiştir.
            Halide Edip Adıvar’ın “Akile Hanım Sokağı” adlı romanı 1958 yılında yayımlanmıştır. Eser üç bölümden oluşmaktadır: Akile Hanım Sokağı, Sallan ve Yuvarlan, Cıbıl Kız – Strip-Tease. Bu üç bölümü birbirinden bağımsız olarak incelenebilir. Birinci bölümde Akile Hanım Sokağı kısaca tanıtılır. Sokak Laleli civarında, üstünde tarihi ve gösterişli konakları ayrıca arka taraflarında harabe evleri barındıran bir sokaktır. Sokağın tanıtımından sonra Ankara’da yaşayan Nermin ve Tarık çiftinin hayatından bahsedilir. Evliliklerinin, ilişkilerinin başlangıcı ve yeni ortaya çıkan Nermin’in kafasındaki Tarık ile ilgili olan aldatma kuskusu okuyucuya aktarılır. Tarık’ın yurtdışına gitmesinden dolayı Nermin İstanbul da ki teyzesinin yanına gidişi, Akile Hanım ile kurdukları arkadaşlık ve Akile Hanım’ın hayat hikâyesi bu bölümde anlatılır. İkinci bölüm birinci bölümün devamı niteliğindedir. Nermin’in teyzesi Ayşe Hanım ve kocası Samim Bey’in evlilikleri ve açığa çıkan acı gerçekler bu bölümün konusunu oluşturur. Samim Bey’in geçmişte evin hizmetçisi olan Güzide ile yaşadığı gayri meşru ilişki ve bu ilişkiden doğan tıp öğrencisi Gülbeyaz’ın açıklı hayat hikâyesi anlatılır. Ayşe Hanım, Samim Bey’in Gülbeyaz’la ilgilenmesinin sebebini yanlış anlamış ve gerçeği öğrendikten sonra evlilikleri zor bir sınavdan geçmiştir. Samim Bey ile Ayşe Hanım Güzide’yi evlatlık olarak kabul etmişlerdir ve kızın annesi Güzide ise intihar etmiştir. Üçüncü bölümde aynı sokakta yaşayan, yüksek Mimar-Mühendis Sadi Arslan’ın hayatını anlatır. Sadi eğlence mekânlarında yeni yaygınlaşan “cıbıl kız” numarasını izlemeye gideceği günlerde bir konakta hizmetçi olarak çalışan lakabı “cıbıl kız” olan Ayşe’nin varlığından haberdar olur. Daha sonra Ayşe Sadi’nin yaşadığı eve hizmetçi olarak gider ve Sadi’ye âşık olur ama ona karşı edepli, terbiyeli bir kız gibi gözükmeye çalışır. Evlenmeyi düşünmeyen Sadi bir gün toplantıda boşanmak üzere olan Serin Esen adlı bir kadınla tanışır. Sadi ve Serin evlendiklerinde Ayşe bunu kabullenmez ve evin çatısından çıplak bir şekilde atlar ve hastaneye kaldırılır. Bu olay gazetelere çıkar ve roman bu gazete metinleriyle sona erer.
            Roman da olaylar birbirini takip etmektedir, bu yüzden öyküleyici anlatım tekniği kullanılmıştır. Yazar romanda açık bir dil kullanmıştır. Günümüz Türkçesinde kullanılmayan bazı sözcüklerde yer almaktadır; insiyaklarını-içgüdülerini (111), sarahat-açıklık (95), mudillesinin-sağlamlığının (75).Romanda kadın karakterleri daha güçlüdür. Örneğin; Akile Hanım karakteri eğitimsiz biri olmasına rağmen sokaktaki herkesin saygınlığını kazanmıştır. Evlilik hayatında dominant bir karakter olmuş kocasının başka bir kadınla birlikte olduğunu bildiği halde soğukkanlılığını korumuştur. Evliğini bu olaya rağmen sürdürmüş ve evliliğin bir kez yapılacak bir şey olduğunu belirtmiştir. Yazar o dönemde artan boşanma olaylarını onaylamadığını okura aktarmıştır. Ayrıca yazar eserinde toplumdaki modernleşme algısının batılılaşma aracılığıyla olacağı ironisini başarıyla işlemiştir. Emirgan’daki bir kahvede caz havalarının çalınması ve kahvede oturan bir ihtiyarın düşünceleri “Bu latif Boğaziçi’nde bir sürü küffar çırağı zıpır bozuntusunun çaldığı havalar hiç, ama hiç uymuyor. Ne çare ki şimdikiler hep oyun havaları isterler. O halde köçek, çiftetelli çalsınlar! Hayır, onlar da olmaz. Buraya göbek atma, boyun kırma, omuz titretme yaraşmaz. Köçek havaları Rumeli hovardalarını, çiftetelliler kavm-i Arab’ın ebedi olan şehevi insiyaklarını ifade eder. Buraya ancak Itri’lerin, Suyolcuzade’lerin ifade ettiği aşk yaraşır. Aman ya Rabbi, ne kadar köklerimiz kopmuş, maziden ayrılmışız. İbret! Tuh. Allah cezalarını versin! Sanki koyunlardan birer kahpe… Sanki… Sanki… (Bundan sonraki sankiler yazılmaz. Bırakın bütün o sankilerin sonu ihtiyarın örümcekli kafasında kalsın.)” (Adıvar 111) örnek gösterilebilir.
            Sonuç olarak yazar Türkiye’nin 50’li yıllardaki atmosferini ve kadının karakterleri üzerinden kadının toplumdaki gelişen yerini anlatmıştır.

KAYNAKÇA
Adıvar, Halide Edip. Akile Hanım Sokağı. İstanbul: Can Yayınları, 2013.







BİR DELİNİN ANI DEFTERİ

Mustafa Enes Şahin

                                                          
BİR DELİNİN ANI DEFTERİ’NDE SOSYAL EŞİTSİZLİK OLGUSUNUN İNCELENMESİ
            Nikolay Vasilyeviç Gogol Bir Delinin Anı Defteri adlı hikâyesini 1835 yılında yazmıştır. Hikâye, düşük seviyede bir memur olan, orta yaşlarında ki Aksentiy İvanoviç’in yavaş yavaş aklını kaybetmesi anlatır.
            Nikolay Vasilyeviç devlet dairesinde çalışan, angarya işleri yapan bir memurdu. Yöneticisinin kalemleri açmak gibi basit işleri vardı. Kendisini yöneticisiyle karşılaştırır ve onun ne kadar bilgili, zeki ve soylu bir insan olduğunu düşünürdü. Odasına kalemlerini açmak için girdiğinde kütüphanesinde duran kitapları incelerken “ bizim aklımızın ermeyeceği bilimlerle ilgili hepside” (sy 184) demiş ve yöneticisini “Hamuru, mayası her şeyi bizden farklı.” (sy 184) diyerek tanımlamıştır. Nikolay burada bir aşağılık duygusuna kapılmış ve yöneticisinin insanca kendinden yüksek biri olarak görmüştür. Nilolay yöneticinin kızına âşıktır fakat sonradan kızın bir hassa subayı ile evleneceğini duymuştur. Bu olaydan sonra Nikolay toplumdaki eşitsizlikleri hassa subayı üzerinden sorgulamaya başlar. Kendisi ile onun arasında hiçbir farkın olmadığını “Hassa subayı olmakla insanın alnının ortasına üçüncü bir göz mü ekleniyor? Burnu dersen, bizimki gibi, altından gümüşten değil; o da kokluyor, yemek yemiyor ve o da aksırıyor, öksürüyor burnuyla.” diyerek sorgulamıştır. Nikolay dış görünüşün değiştirilmesiyle, yani kıyafetlerin, insanların arasındaki farklılıkların, eşitsizliklerin ortadan kalkacağını düşünmüştür. Hassa subayının giydiği gibi bir üniforma giymesiyle kızın kendisine âşık olacağını ve böylece yönetici kızını kendisine verecektir. Bu sosyal eşitsizlik Nikolay Vasiyeviç’te bir kaçış sendromuna yol açmıştır. Kendini İspanya Kralı olarak görmüş ve bu sayede kendini çevresinden üstün görerek aşağılık duygusunu yenmiştir. Aslında Nikolay’ın bu hayali gerçekliği de sosyal eşitsizliğin izlerini taşır. Kendisini kral olarak görmesiyle etrafındakilere karşı davranışları değişmiş, önceleri büyük saygı duyduğu yöneticisini artık kendinden aşağı bir konuma koymuştur. Burada yazar sosyal eşitsizliğin bir çıkmaz olduğunu göstermeye çalışmıştır çünkü eline güç geçtikten sonra Nikolay değişime uğramıştır. Önceleri herkesi aynı olduğunu savunurken, sonrasında kendisini çevresinden farklı bir sınıfta olduğunu düşünmüştür.

            Gogol, bu hikâyesinde toplumdaki eşitsizlikleri sorgulamıştır. Bu eşitsizliklerin insanların dış görünüşleriyle alakalı olmadığını, bilginin bir güç olduğunu ve bunun toplumdaki bu eşitsizliklere yol açtığını anlatmak istemiştir. Yazar ayrıca toplumdaki alt tabakadan bir kişinin üst tabakadan bir kişiyle evlenmesini sosyal eşitsizlik konusun en üç noktası olarak göstermiştir.

KAYNAKÇA
            Gogol, Nicolay Vasilyevic.Bir Delinin Anı Defteri. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013.









Montaigne

Mustafa Enes Şahin


MONTAIGNE DENEME KİTABI İNCELEMESİ
            Stefan Zweig kaleme aldığı çok sayıda deneme, öykünün yanı sıra yaşamöyküleriyle de ünlüdür. Yazar yazılarında tarihsel karakterler hakkındaki yorumlarına, psikolojik çözümlemelere yer vermiştir. Avrupa’da yaşanan siyasal olaylara çok üzülen yazar 1942 de intihar etmiştir. Yazar Montaigne hakkındaki denemesini ölümünden yaklaşık bir yıl önce yazmıştır.
            Yazar kitabı kaleme alırken kendini Montaigne’in yerine koymuş ve denemelerini onun gözünden yorumlamaya çalışmıştır. Bunu yaparken aradaki dört yüz yıllık zaman farkının verdiği zorluklardan kitabında şu şekilde bahsetmiştir; “Onun Denemeler’ini, içinde bize kendini bırakmış olduğu bu tek kitabı ilk defa yirmi yaşımdayken elime aldığımda, açıkça söylemem gerekirse, onu ne yapacağımı pek bilememiştim… Montaigne’in Fransızcasını bile epey eskimiş ve acemice buluyorum; üstelik kullandığı dil, tıka basa Latince alıntılarla doluydu. Montaigne’in yumuşak ve dengeli bilgeliği ile de ilişki kuramıyordum.” (Zweig-18). Yazar kitapta Montaigne’in kendi özgürlüğüne verdiği önem ile ilgilendiğini vurgulamıştır; “ Beni ise bugün Montaigne’in yalnızca tek bir yanı ilgilendiriyor: Bu düşünürün bugün yaşadığımıza çok benzeyen bir zamanda iç dünyasında nasıl özgür kaldığı ve bizim de onu okuyarak örnek alarak kendimizi nasıl güçlendirebileceğimiz. Ben, Montaigne’i, dünyadaki her homme libre’in, yani her özgür insanın ilk atası, koruyucusu ve dostu, bu yeni, ama yeniliğine rağmen sonrasız bilim dalının, kendini her şey ve herkes karşısında ayakta tutabilme biliminin en iyi öğreticisi sayıyorum.” (Zweig-26).
            Yazar, kitaba Montaigne’in hayat hikâyesini küçük bir çocukken nasıl yetiştirildiğini anlatarak başlar. Ailesi onu bir soylu gibi yetiştirmeye çalışmıştır. Michel de Montaigne, henüz küçük bir çocukken evinden yani ünlü Montaigne Şatosu’ndan uzaklaştırılır ve köyde yaşayan fakir bir oduncu ailesinin yanına verilir, böylece Michel’in eğitimin ilk aşaması başlar. Babası oğlunun bu yolla sade bir hayata alışmasını ve aza yetinmeyi öğrenmesini ister. Üç yıl sonra Michel tekrar şatoya getirilir ve bundan sonra eğitiminin ikinci aşaması başlar. Michel şatoya getirilen özel hocalardan Latince dersi alır ve altı yaşında Latinceyi anadilinden daha iyi öğrenir. İlerleyen yıllarda Montaigne hayatını şatoda rahatça yaşayarak sürdürmüş, hiçbir işle ilgilenmemiştir fakat babasının ölümü onun hayatının dönüm noktası olmuştur. Babasının ölümüyle birlikte bütün işler Montaigne’e kalmıştır ama o bunları yapmayacak kadar tembeldir. Bu olaydan sonra Montaigne kaderini sorgulamaya karar verir. Şatoda kendisine özel bir oda kurar ve Montaigne on yıl sürecek olan inziva hayatına başlar. Yani asıl Montaigne burada olur. Otuz sekiz yaşında dünyadan elini eteğini çekmiştir. Artık kendinden başka kimseyle ilgilenmek istememektedir. Daraldığı zamanlarda kendisini motive etmesi için kitaplığın duvarına şu sözü yazar; “Hz. İsa’nın doğumunun 1571. yılında, Mart’ın ilk gününün arifesinde sarayda köle gibi çalışmaktan ve resmî görevlerin yükünden çoktandır yorgun düşmüş, ama henüz gücü yerinde olan otuz sekiz yaşındaki Michel de Montaigne, sanatın bakir kucağında dinlenmeye karar vermiştir. Kaderi, atalarının bu sakin yuvasının elinde kalmasına izin verirse büyük bir bölümü geride kalmış bu yaşamın kalan akışını burada, sessizlik ve güven içinde tamamlayacaktır.” (Zweig-57). Montaigne 48 yaşında inziva hayatını bitirir ve uzun bir yolculuğa çıkar. Yolculuktan döndüğünde Montaigne kendini istemediği halde belediye başkanı seçilmiş olarak bulur. Montaigne belediye başkanlığı yaptıktan sonra dostu ve aynı zamanda Fransa kralı olan Naverralı Henri tarafından saraya çağrılır ancak Montaigne artık hiçbir şeyde gözü olmadığı söyler ve bu teklifi geri çevirir. Artık Montaigne için yaşamadığı tek bir deneyim kalmıştır. Ölümü bekleyecektir artık.
KAYNAKÇA
Zweig, Stefan. Montaigne. İstanbul: Can Yayınları, 2013.


            

GÜLEREK ÖLMEK

Mustafa Enes Şahin            

Kitap Adı : Haldun Taner Bütün Hikayeleri – 3
Yayınevi: Bilgi Yayınevi
Baskı Tarihi : Mart 2013 Onuncu Basım
Sayfa Sayısı : 184


                
GÜLEREK ÖLMEK (HALDUN TANER) ÖYKÜ İNCELEMESİ

            Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın önemli yazarlarından biri olan Haldun Taner modern hikâye tarzının temsilcilerindendir, özellikle tiyatro eserleri ve öyküleriyle tanınmıştır. Yazar öykülerinde “insan ve insani değerler, doğa, yaşam, zaman, psikolojik durumlar, insanların seçme yetisi, seçicilik özelliği, fetişizm, anormallik” (Yalçın, 1995: 92-200) gibi konuları işlemiştir. Haldun Taner öykülerini dönemsel akımlardan ve yazınsal gruplardan etkilenmeden bağımsız olarak yazmaya çalışmıştır. Yoğun olarak öykülerini yayımladığı dönem olan 1950’ler ülkemizde Varoluşçu-Gerçeküstü anlayışa sahip öykülerin hâkim olduğu bir zaman dilimidir ve o dönemde diğer bir akım da sosyal gerçekçiliktir. Haldun Taner ise  “herkesin anlayabileceği halkçı bir üslup” (Tosun, 2011: 11) benimsemiştir.
            Haldun Taner, “Gülerek Ölmek” adlı öyküsünde Ankara’da bir şirkete başmühendis olan ayrıca yüzmeyi iyi bilen, havalı bir kişiliğe sahip olan Sekban Bey’i ve Akçakoca’ya yapacağı üç günlük tatilini, oradaki insan tiplemelerini, ölüm korkusunu Sekban karakteri üzerinden anlatmış ve insanın zayıf yanlarını ortaya koymuştur. Öykünün ana karakteri olan Sekban Bey planlı, programlı bir insandır. Yazar burada Sekban Bey arayıcılığıyla diğer öykülerinde olduğu gibi ( Onikiye Bir Var – Haldun Taner ) zaman kavramı üzerinde durmuştur. Öykünün geçtiği yer Akçakoca’da bir oteldir. Otelde bulunan kişiler yüksek mevkilerde bulunan, zengin kimselerdir. Bu kişiler okuyucuya batı özentisi, kendi toplumunu beğenmeyen kişiler olarak yansıtılmıştır. Yazar öyküsünde çeşitli çatışmalara da yer vermiştir. Sekban Bey’in denizin dalgalı olduğu bir zamanda yüzmek istemesine otelde kalan müşterilerin karşı çıkması ve Sekban Bey’i korkutmaya çalışmaları birey toplum çatışmasına ve Sekban Bey’in dalgalarla boğuşması insan-doğa çatışmasına örnek gösterilebilir.
Öyküde olaylar 3. tekil şahıs yani tanrısal bakış açısıyla anlatılmıştır. Yazar öyküde diğer öykülerinde de olduğu gibi sade bir dil kullanmıştır (Tosun, 2011: 11), ayrıca Sekban Bey karakterinin üzerinden birçok betimlemeye yer vermiştir. Bu betimlemeler arayıcıcıyla yazar Akçakoca halkının yaşam biçimi hakkında bilgi edinmemizi sağlamıştır. “Hava somurtuktu. Gökyüzü raporu da ilerisi için pek iyimser görünmüyor.   Çoğunluğu kurşuni ama birkaçı da bayağı yüklü siyah bulutlar, bir yere geç kalmışlar gibi telaşlı telaşlı güneye doğru uçuşuyorlar. ” (s.158) öykünün bu bölümünde yazar kişileştirme sanatını kullanmıştır. Öyküdeki olaylar birbirini takip etmektedir, dolayısı ile öyküde öyküleyici anlatımda kullanılmıştır. Örneğin “ Sekban ilerledi. Soldan önüne bir deniz topu yuvarlandı. Sekban, sol ayağını topun üstünden aşırıp kalan sağ ayağının içi ile topa dokundu” (s. 161) . “  “Dün hava güzeldi. Ama yine denize giremedim” dedi siyah süveterli, siyah pantolonlu Ankaralı hanım. “ Mandalar banyo yapıyorlardı plajda. Bir koku bir koku” ” cümlesiyle yazar istiare sanatını kullanmıştır. Öyküde dikkat çeken önemli noktalardan biri de yazarın çeşitli alıntılar yapmasıdır. “Hep aynı fikre bağlılığı taassup haline getirmedim. Ben gerçek arayıcısıyım. Bir konu üzerinde, o an ne düşündümse, onu söylemeliyim. Aynı konuda daha önce ne söylemiş olduğumu hiç hesaba katmadan (Gandhi - Hayat Yolundaki Tecrübelerimin Hikâyesi) ” (s. 169 ), “ “Faraziyenizi çok yanlış önyargılara oturtuyorsunuz Sayın Miss Websters” diyordu. “Sakin bir deniz, sadece şairane bir imgedir. Aslında deniz durmadan huzursuzluk içindedir. Her an bir fırtına patlayabilir. Hem de en umulmadık zamanda” (Agatha Christie - Hercules Poirot’un Tatili ” (s.170 ) Bu alıntılar ile Sekban Bey karakterinin başına gelecekler okuyucuya hissettirilmiştir.
Sonuç olarak Haldun Taner Sekban Bey karakteri üzerinden çeşitli insan tiplerini incelemiş, çatışmalara yer vermiş, söz sanatlarını kullanmış ve açık bir dil kullanmıştır.

KAYNAKÇA

Yalçın, Sıddıka Dilek Haldun Taner'in Hikayeleri ve Hikayeciliği, (1995) Ankara: Bilgi Yayınevi
Tosun, N. (2011). “Bir Hayat Projesi Olarak Mutluluk”, Türk Edebiyatı, (451): 10-13.
Taner, Haldun (2013) Bütün Hikayeleri – 3 ; Bilgi Yayınevi








Behçet necatigil

Mustafa Enes Şahin

BEHÇET NECATİGİL’İN ŞİİRLERİNDE ÖLÜM VE MUTSUZLUK TEMASININ                 İNCELENMESİ
            Behçet Necatigil, Cumhuriyet dönemini edebiyatının en ehemmiyetli şairlerinden biridir. Necatigil, kullandığı karakterler, seçtiği konular bakımından döneminde ki şairlerden ayrı tutulmuştur. Şiirlerinde işlediği konulardan bazıları ölüm ve mutsuzluktur.
            Ölüm, Necatigil’in şiirlerinde en çok işlediği konulardandır. Küçük yaşta annesini kaybetmesi yüzünden duyduğu hüzün de onu ölüm konusunda yoğunlaşmasına neden olmuştur. Yaşamın zorluklarından usanan şair, ölümü bir kurtuluş olarak görmüştür. “Bir Ölümden Kalanlar ” adlı şiirinin dizelerinde:
“Tanrının sevgili kuluymuş 
 Muhtaç olmadan öldü. 
Ama gözleri yine kapıdaydı
 Belliydi birini beklediği. 
Son sözü bir kadın ismi oldu
 Hiç duymadığım. 
 Lakin anlaşılamadı gitti
Söylemek istediği.” (15-22)
ölümü bu şekilde dile getirmiştir. Şair “Muhtaç olmadan öldü” (16) dizesinde ölümü insanın hayatta yaşadığı zorluklardan kurtaran bir kurtuluş vesilesi olarak görmüştür. Necatigil, “Ölüme Yol” adlı başka bir şiirinde de ölümü şöyle anlatmıştır:
Dağların ardından ölüm doludizgin gelir
 Terkisinde biri vardır.
Ama yollar insanlarla kaynaşır
Ama dünya telaşında hepsi
Ama ölümün işi hepsinden aceledir
 Ama yollar tutulmuş, geçilecek gibi değil--
Bir anda her şey bir yana itilir,
 Önce ölüm! Ölüme yol!” (1-8).
Şair burada ölümü doludizgin gelen bir atlıya, bir yolcuya benzeterek istiare yapmıştır. Ölümün çok hızlı geldiğini ve insanların dünya telaşından dolayı bunu anlayamadıklarını anlatmaya çalışmıştır. Necatigil, “Söyleriz” adlı kitabında başlık koymadığı bir başka şiirinde:
Ben gidince bir renk uçar
Albümlerinizden
Kendince bir ses erir havada
 Bir eksik kalır fotoğraflarda
Ama gene olurum aranızda
 Sizinle kendimi sayarak
Bende varım hala boşlukta
Bir dayanak aramalarınızda” (1-8)
kendi ölümünden sonra yakınlarına seslenmiştir.
            Necatigil’in şiirlerinde sıkça görülen diğer bir konu mutsuzluk, hüzündür. Necatigil, şiirlerinde yitirdiği güzelliklerden, yapamadığı şeylerden duyduğu hüznü anlatır. Yaşamını boşuna harcadığını düşünerek üzülür. “Ekmek Kırıntıları” adlı şiirinde çocukluğuna duyduğu özlemi, onu kaybetmesinden kaynaklanan üzüntüyü anlatmıştır:
“ “Çocukluğum, çocukluğum,
 Ah o cennet ülke
 Bir daha ele geçse!”
 Dediklerini duydum.
Kaybedilmiş ki
Hatıralar sağ olsun!
 Işıkları yandıkça
Yeri belli çocukluğun.
Ya canından bezmiş kaçıp
 Sığınmışsanız bir ormana,
 Acaba o zaman da
 Çocukluğu arar mısınız?
 Benim de arkamda
 Renkli taşlar olsaydı
 Çocukluğuma giden yolu
Bulmam kolay olurdu.” (1-16).  
“ Işığı Kesen Duvarlar” adlı şiirinde de hüzün başköşeye oturmuştur:
Birden inen bir bulutla karardı yüzün
 Böyledir
 Biraz gülecek ol­san vay sen misin gülen
 Hemen yetişir hüzün.
Bu bizdeki akıl mı ışık vurmuş hazır
 Hazır biraz aydınlanacak oda / Perdeleri kapatır
 Kalırız karanlıkta.
 Çünkü hüzün eski dost baş tacı
Onunla yuğrulmuş mayamız
 Gelsin
 Biz onsuz olamayız.” (1-12) .
            Necatigil, şiirlerinde ölüm ve mutsuzluk temalarını başarılı bir şekilde işlemiştir. Bazı eleştirmenler bu yüzden Necatigil’e “Hüznün Şairi” demiştir.

KAYNAKÇA
Necatigil, Behçet. Söyleriz. İstanbul: Cem Yayınları, 1980
Necatigil, Behçet. Sevgilerle: Kendi Seçtiği Şiirleri. İstanbul: Can Yayınları, 2013
                       
           


           



Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Mustafa Enes Şahin

Kitap Adı: Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Yazarı: Ahmet Hamdi Tanpınar
Yayınevi: Dergâh Yayınları
 Baskı Numarası: Üçüncü Basım
Sayfa Sayısı: 354



SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ 
            Cumhuriyet dönemi yazarlarımızdan biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar şiir, roman, hikâye, deneme, makale, edebiyat tarihi türlerinde eserler vermiştir. Tanpınar’ın asıl önemli yanı şairliğidir. Şiirlerini sembolist bir ifade üzerine kurmuştur. Aynı anlatım tarzı romanlarına da sirayet etmiştir.
            Ahmet Hamdi Tanpınar “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adlı romanında batı ve doğu uygarlığı arasında bocalayan toplumumuzun modernleşme sürecini bazen güldürerek, bazen de üzerek ironik bir tarzda anlatmıştır. Romanın başkahramanı Hayri İrdal’dır. Ancak yazar Hayri İrdal’ı olayların merkezine koymak yerine onu bir gözlemci olarak kullanmıştır. Bazen lehinde bazen aleyhinde tavır almıştır. Bu yolla yazar okuyucuların Hayri İrdal hakkında kesin bir hükme varmasını engellemiştir. Hayri İrdal Abdülhamit, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşamış saf, iyi kalpli ve mantık sahibi bir adamdır. Roman Hayri İrdal’ın anıları şeklinde yazılmış ve dört bölüme ayrılmıştır; “Büyük Ümitler”, “Küçük Hakikatler”, “Sabaha Doğru” ve “ Her Mevsimin Bir Sonu Vardır”. Yazar birinci bölümde Tanzimat öncesini, ikinci bölümde Tanzimat sonrasını, üçüncü ve dördüncü bölümler de Cumhuriyet dönemini ele almıştır.
            Birinci bölümde, başkahraman olan Hayri İrdal hayatını iki bölüme ayırır. Bunlar; Halit Ayarcı ile tanışmadan önce ve tanıştıktan sonradır. Hayri İrdal, Halit Ayarcı ile tanıştıktan sonra kendisinde ne kadar büyük bir değişim yaşandığını görmememiz için tanışmadan önceki halini en ince ayrıntısına kadar anlatmaya başlar. İrdal fakir bir ailede doğup büyümüştür buna rağmen mutlu bir çocukluk geçirmiştir. Okuluna yani Fatih Rüştiyesine evine uzak olmasına rağmen her gün yürüyerek gider gelirmiş. Bu sıralarda İrdal’ın dayısı ona bir saat alır. Bu olay İrdal tarafından “ Asıl Hayri İrdal’ın doğum tarihi bu saatin elime geçtiği gündür.” (Tanpınar 22) diye anlatılmıştır. Bu saatten başka evlerinde başka saatlerde vardır; biri Mübarek diğeri anne ve babasının odasındaki başucu saatidir. Mübarek kitapta bir karakter olarak anlatılmıştır. Bu saat ayaklı bir duvar saatidir ve bu saatler içindeki en önemli olanıdır. Hayri İrdal, dayısının hediye ettiği saatten sonra saatlere merakı artar. Bu yüzden vaktinin çoğunu saatçi dükkânı olan Ahmet Nuri Efendinin yanında geçirir. Ahmet Nuri Efendi saati bir insana benzetir ve bozuk bir saat gördüğünde “Kalp işlemiyor artık. Beyinde de arıza var. Nasıl yürüsün biçare, iki ayağının ikisi de yok…” (Tanpınar 29) diye söylenen birisidir. Hayri İrdal burada saatlerin tamiri ve felsefesi hakkında birçok şey öğrenir. Ayrıca bu dükkânın devamlı müşteriyle tanışır. Bunlar; Abdüsselam Bey, Avcı Naşit Bey, Seyit Lütfullah, Eczacı Aristidi Efendi’dir. Aristidi Efendi ve Seyit Lütfullah bozulan mali durumlarını düzeltmek için büyü, sihir, simya gibi akıl ve bilim dışı şeylere başvurarak altın yapmaya çalışmışlardır. Yazar burada Tanzimat Döneminden önce, batıdaki bilimsel gelişmelerden habersiz olan, ekonomik bakımdan alt üst olmuş Osmanlı toplumuna bir eleştiri yapmıştır. İlerleyen yıllarda Nuri Efendi ölür ve Hayri İrdal başka bir saatçi olan Asım Efendinin yanında işe girer. Fakat burada İrdal saatler hakkında bir şey öğrenemez ve arkadaşı Seyit Lütfullah’ın kendisini ziyarete geldiği bir gün dükkândan bir saati aşırmasıyla İrdal işiz kalır. Bu olaydan sonra İrdal farklı farklı işlerde çalışır ama hiç birinde dikiş tutturamaz. Çünkü onun tek anladığı şey saatlerdir. Birinci Dünya Savası’nın çıkmasıyla askere gider ve birinci bölüm burada biter.
            İkinci bölümde, Hayri İrdal savaştan döndükten sonra her şeyi çok değişmiş olarak bulur. Babası savaşta ölmüştür ve Hayri İrdal hemen iş aramaya başlar. Fakat savaştan dönen herkes iş aradığı için iş bulamaz. Bu zamanlar da eski dostu olan Abdüsselam Bey ile karşılaşır. Abdüsselam Bey kendisine Posta Telgraf Mektebine girmesini tavsiye eder ve daha sonra kızı yerine koyduğu Emine ile evlendirip onları kendi evine yerleştirir. Abdüsselam Beyin evi çok kalabalıktır fakat ilerleyen yıllarda evde Emine ve Hayri’den başka kimse kalmaz. Abdüsselam Bey’in konağının dağılması “Hürriyetin ilânından sonra, ayrı ayrı plânlarda bir benzeri olduğu imparatorluk gibi, konak da yavaş yavaş dağıldı. İlk önce Bosna-Hersek, Bulgaristan, Şarki Rumeli ve Şimali Afrika arazisi ile beraber birader beylerle hemşire hanımlar ayrıldılar, sonra Balkan Harbi sıralarında küçük beylerin ve gelin hanımların bir kısmı evden çıktı. Sonuna doğru Ferhat Beyle –kardeşinin damadı- kendi çocuklarının bir kısmı kaldı” (Tanpınar 70) Osmanlı Devleti’nin dağılmasına benzetilmiştir. Abdüsselam Beyi bu yüzden yalnızlık korkusu sarar ve Emine ve Hayri’nin peşinden ayrılmaz. Daha sonra Abdüsselam Bey’in ölmesiyle bütün mal varlığını Emine ve Hayri’nin kızına yani Zehra’ya bıraktığı ortaya çıkar. Bunun üzerine Abdüsselam Bey’in akrabaları mahkemeye başvurur ve bu vasiyetname mahkeme tarafından iptal edilir. Bu olayın ardından Hayri İrdal, Doktor Ramiz ile tanışır. Doktor Ramiz onu sık sık gittiği bir kıraathaneye götürür.  Tanpınar kıraathane yaşantısını anlatırken aslında toplumdaki Tanzimat Döneminden sonraki batı ve doğu uygarlıkları arasındaki bocalayışı anlatmıştır. Kıraathane sahibinin yarı yerli yarı yabancı bir görünüşü vardır; “Kendisine mahsus eski ile yeni arasında bir dil, hemen hemen o kadar yapmacık bir kıyafet ve başta Frenk taklidi sivri bir çehre” (Tanpınar 128) diye tanımlamıştır. Kıraathanedekiler ciddi olan olayları şaka haline dönüştüren kişilerdi; “Hakikaten yeni bir fikir veya meselsi olanların sözü ilk defalar sadece nezaket ve biraz da tecessüs yüzünden dinlenirdi ve daima uyanık olan muhit muhayyilesi onu şakaya en çok müsait tarafından yakalayana, yahut kendi seviyesine indirene kadar öyle kalırdı. Bütün ciddi şeyler böyleydi.” (Tanpınar 130). Ayrıca bu kişiler hakkında en doğru sözü İrdal’a göre Halit Ayarcı söylemişti “ Bu insanlar hep bir çeşit aralıkta yaşıyorlarmış gibi düşündüm. İsterseniz onlara kapının dışında kalanlar da diyebilirsiniz. Muasır zamana girememiş olmanın şaşkınlığı içinde yarı şaka, tembel bir hayat…” (Tanpınar 133). Yazar burada o dönümdeki iki uygarlık arasındaki bocalayışı çok iyi bir şekilde anlatmıştır. Doktor Ramiz, Hayri İrdal’ı kendi kurduğu psikanaliz cemiyetinde işe alır. Daha sonra İrdal, cemiyete gelip giden Cemal Bey ile tanışır. Cemal Bey de İrdal’a kendi kurduğu ispritizma cemiyetinde iş teklif eder. İrdal bu iş teklifini kabul eder fakat Cemal Bey bir süre sonra İrdal ile eşi Selma Hanım arasındaki yakınlaşmadan dolayı İrdal’ı işten çıkarır. İkinci bölümde böylece sona erer.
            İrdal yine issiz ve yoksul bir hale gelmiştir. Bir türlü iki yakası bir araya gelmiyordur. İşte böyle bir anda her gün gittiği kıraathanede Doktor Ramiz ve onun arkadaşı olan Halit ayarcı ile tanışır. Romanın üçüncü bölümünde de bu tanışmadan sonra ki olaylar anlatılır. Halit Ayarcı o gün İrdal’ın bütün hayat hikâyesini dinler ve İrdal’ın saatlere olan merakını öğrenir. İlerleyen günlerde Halit Ayarcı saatleri ayarlama enstitüsü adında bir enstitü kuracağından bahseder. İlerleyen günlerde küçük bir daire açılır ve ilk bir ay hiçbir iş yapmazlar. Bu aylarda yalnızca dairenin kırtasiye ihtiyaçları karşılanır. Bu sürede Halit Ayarcı daireye hiç uğramaz fakat bir sabah belediye reisi ile birlikte daireye gelir. Daireyi birlikte gezeler. Halit Ayarcı enstitü hakkında bilgiler vererek belediye reisini çok gerekli ve önemli bir kurum olduğu konusunda ikna eder ve enstitünün açılmasına karar verilir. Bundan sonra Hayri İrdal ve Halit Ayarcı enstitüde çalışacak kadroları oluştururlar. Bu kadrolarda çalışacak kişileri seçerken “Müessesemize tam referansı olmayan, iyi tanımadığımız kimse giremez. Bunun için de prensibimiz gayet sağlam. Memurlarımızın yarısı, kendi akraba ve yakınlarımız olacak. Yarısı da dışarıdan güvendiğimiz yüksek insanların tavsiyelileri.” (Tanpınar 236) bu prensibe göre hareket etmişlerdir. Yazar burada o dönemin akraba kayırmacılığını eleştirmiştir. Çalışmaların sonunda enstitü açılır. Hayri İrdal önemli bir mevkiye getirilir, rahata ve üne kavuşur. Yazar bu değişimle Cumhuriyet döneminde geçmişle bağların tamamen koparılmaya çalışılarak yeni bir toplum oluşturma çabasını eleştirmiştir. Enstitüyü kuran Halit Ayarcı’nın inandığı ilke yeniliktir. O devamlı yeni savunmuş ve “Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzüm yoktur… Bir gün kervanın dışında kalınca anlar! Bu dünyada yeni diye bir şey var! Onu inkâr edenin vay hailine! Zorla değiştiremeyiz ya! Sağduyusu kendine mübarek olsun! Biz canlı hayatın peşindeyiz!” (Tanpınar 279) demiştir. Fakat Hayri İrdal bu yeniliğe ayak uyduramamış ve karşılaştığı şeylere zaman zaman karşı çıkınca yeniyi anlayamamakla suçlanmıştır. Yazar burada kendi köklerimizden kopmadan yenileşmekten yanadır. Yenileşmenin batılılaşma olarak görülmesine karşı çıkmaktadır.
            “Büyük salonda ve holde dans bütün hızıyla devam ediyordu. Pudra, lavanta, ter kokusu, çıplak omuz, cıvık cıvık koltuk altı, tebessüme bulaşmış ruj, havayı bir macun gibi kesifleştirmişti.” (Tanpınar 300) sözleriyle anlatılan tiksinti, Hayri İrdal’ın artık her şeyden soğuduğunu işleyen dördüncü bölümün ana konusunu oluşturur. Enstitüyü büyük bir inançla kuran Halit Ayarcı yanında çalışanların ihanetine uğrar ve enstitüye olan inancını kaybeder. Amerikalı bir heyet tarafından verilen raporla enstitü lağvedilir. Ortadan kaybolan Halit Ayracı’nın da bir sabah trafik kazasında öldüğü öğrenilir.







KAYNAKÇA
Adıvar, Halide Edip. Saatleri Ayarlama Enstitüsü.Dergah Yayınları, Temmuz 1992.


           




Yol and sociology

Mustafa Enes Şahin

YOL AND SOCIOLOGY
            Yol is a 1982 movie and directed by Yılmaz Güney. In 1982, there was a kind of tyranny in Turkey so; story of the movie is about some prisoners lives who were arrested at that time by government. Moreover, context of the movie reflects gender roles and also we can understand 1980s Turkish society’s perspective on gender and sex.
            First of all, sex is biological or genetic component while gender is constructed by society, meaning that society determines the behavior, think or feeling of men and women. For example, in the movie Mevlüt who is one prisoner go to Gaziantep in order to see his fiancee. When he goes to home then, all men who are in the house eat dinner but women do not eat and they just serve men. This situation is normal for them because society construct this situation. At that time, people thought that each woman must serve their husband. In addition, Mevlüt and his fiancée go jaunt and Mevlüt explains his expectation of his fiancée. He says that “We'll marry as soon as I get released. As the head of the family my word counts. You'll have to accept everything I say. You won't talk to men or joke with them. I'll get mad. You won't talk with other men except for you brothers and closed relatives. You'll do what I say. You won't go against my word. I will determine what you will do and put on.”. This conversation shows that Mevlüt dominant character of family. We can say that there is a kind of patriarchy because males exploiting women’s labour in the household and excluding women from public life. Consequently, According to Mevlüt, his roles take care of his wife and interfere in his wife’s private life. The position of Mevlüt is head of the family.
            Secondly, Seyit Ali’s wife is good example of gender roles. When Seyit Ali arrested his wife left her children and cheated on someone. We can understand from that, female roles are taking care of her children and becoming loyal wife to her husband. Her wife was punished for these crimes. They did not give any food and let her to do bath. They did not see her as human being any more. In addition, Seyit Ali’ wife did not resist this situation. She consented to do nothing and just waiting die. In this direction we can say that women are not questioning their gender roles. They do not aware of themselves. Woman roles just take care of her children and become royal wife. The position of women is a kind of servant for the society.
To conclude, Entire of the movie men dominate women. According to society men are superior to women.    











Women in Turkish Society
Since the establishment of the Turkish Republic in the 1920s, women have had equal status with men in Turkish society, at least in law.
But Turkish society was ruled by shari'a (Islamic religious law) and a body of medieval social custom for 500 years during the Ottoman Empire, and significant cultural change does not come overnight.
The status of women in Turkey is different from what it is in your home country. Not "better," not "worse," but different. In some ways, women may seem subservient to men; but Turkey had a female supreme  court justice long before the USA did, and Turkey has had a female head of government, something the USA, for all its success in women's liberation, has not yet had.
Men's and women's roles were clearly defined in traditional Turkish society and each gender was more or less sovereign within its appropriate realm. The husband-father was head of the household, but the wife-mother was in charge of the house and family. Men went out of the house to deal with the world of business, government and military; women stayed close to home and tended the crops, the animals and the household.
The ranking, behavior and appropriate attitude for each family member was clearly defined: imperious mother-in-law, submissive youngest child, etc. (It was the same even in the sultan's palace: although the sultan was the monarch, it was his mother, the Valide Sultan, who decided which harem girls he would sleep with, and when!)
 Village Women, Turkey
Girl on the Street, Istanbul, Turkey


Atatürk's reforms hoped to blast these centuries-old traditions to smithereens, and to liberate women completely so they could participate in every aspect of society equally with men.
The veil was outlawed; civil marriage and divorce were established; Turkish women obtained the right to vote (long before women in Switzerland had that right), to hold political office, and to bequeath and to inherit wealth in their own right.
Though these reforms weredramatically effective, society does not change easily or quickly, and even Atatürk's bold, foresightful measures could not change everyone's thinking all at once.
Arranged marriages are still common in the countryside and among the more traditional, religious families, although in the cities modern ideas of girl-boy courtship, love and marriage are not uncommon. Female virginity upon marriage is valued (and often expected), though it is not universal anymore.
In Turkey, as in most societies—even the ones thought to be most liberal in their attitudes toward women—you'll find a range of attitudes toward women.
If you, a foreign female visitor, observe Turkish cultural norms (ie, behave as a Turkish woman would behave), you will be treated with politeness and respect.
Whether you do this or not, you will probably be in far less physical danger in Turkey than you'd be in many more "liberal" countries.






Germinal and Sociology

Mustafa Enes Şahin



GERMINAL AND SOCIOLOGY
            Emile Zola’s novel Germinal was published in 1885 and this novel have been adapted for cinema in 1993. The writer mentions about workers life and working condition. He explains at that time France social structure. In my opinion this book is very useful source in order to answer these questions: Why do we need sociology? And Why do we need     theories in sociology?

           
            First of all, we live in the society. We need each other help in order to continue our lives easily. Therefore we have to understand people’s problems, requirements. Above all we should understand ourselves, our identity, and our place in society. Sociology enables us to understand all of these things. For example in Germinal movie; society divided by two class; upper class and lower class. Upper class represents mine owners in the movie. Lower class contains miners in the movie. This situation creates social stratification. In addition, mine owners employs miners with very low wage because of that all family members have to work even if they children. In other words, upper class controls lower class. All these things cause to query lower class their condition. That is why we need sociology because we can explain this society via sociology.


            Secondly, theories are very important element of sociology because they enable us to understand and explain the social world. For example, in the movie worker class internalize Karl Marx’s theory because they are against capitalist system. They want more salary and more rights. Therefore, we can understand their problem with Karl Marx’s theory that is why we need theories in sociology.

           
            To conclude, sociology enable to us understand society and theories make possible to explain our World, our society. Both of them are essential part of our lives.