CNN.com - Top Stories

15 Temmuz 2014 Salı

DİSTOPYA - ÜTOPYA ARASINDA BİR YER: SON ADA

DİSTOPYA - ÜTOPYA ARASINDA BİR YER: SON ADA
            Ütopyalar edebiyatta önemli yer bir tutarlar ve memnun olunmayan mekânlardan kaçıp kurtulma, yeryüzü cennetine ulaşma düşüncesinin ürünleridir. Distopyalar ya da anti-ütopyalar yeryüzü cehennemleri şeklinde adlandırılır ve ütopyalarda görülen durumun tam tersi söz konusudur. Ütopyalar, olumsuz durumların olmadığı, eşit ve ideal bir topluma ulaşmanın yolu olarak sunulur. Ancak eşit, mutlu bir topluma ulaşmak adı altında alınan kararlar, insanları mutsuzluğa sürükleyebilir ve bu durum toplumda bir kırılma noktası oluşturur. İşte ters ütopyaların görüldüğü yer de burasıdır. İnceleyeceğimiz Zülfü Livaneli’nin Son Ada adlı romanında da insanların iyiliği, mutluluğu için çalıştığını söyleyen yöneticilerin dayattığı bazı uygulamaların ve aldıkları kararların adadaki huzur ortamının bozulmasına, insanların mutluluğunun aksine mutsuzluğuna neden olması anlatılır. Anlatıcı, yakın tarihimizde yaşadığımız olayları alegorik bir anlatımla dile getirmiş ve doğaya müdahale etmenin sonuçlarını fantastik bir anlatımla anlatmıştır. Ayrıca, politik gücün kitlelerin üzerindeki etkisini anlatırken kurduğu anti ütopya ile yeryüzü cennetinin nasıl yeryüzü cehennemine dönüştüğünü gözler önüne sermiştir.
            Ütopya dendiğinde hemen hemen bütün eserlerde görülen dokunulmamış, gizli kalmış güzellikleri barındıran ada kavramı, bu eserde de karşımıza çıkmaktadır. Anlatıcı, kitabın adı ile romanda bulunan ütopik unsurlarla bağlantı kurmamızı da kolaylaştırmıştır. Çünkü roman başından sonuna kadar anti-ütopik bir dünyayı anlatmaktadır. Teknolojinin gelişmesiyle aynılaşan, insanlara bir zindanda yaşıyormuş duygusu veren ve yaşadığımız dünyadan çok farklı bir yer olan ada; kavga ve gürültüden uzak, insanların huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşadığı bir cennet mekân olarak tasvir edilmiştir. Anlatıcı, adayı şu cümlelerle anlatmaya çalışmıştır: “Adanın dingin doğasında, dile söze gelmeyen bir yaşam sırrı gizliydi sanki. Sabahları denizin üstündeki süt beyaz sisi, akşamüstü insanın yüzünü yalayan hafif esintiyi, martı çığlıklarına eşlik eden rüzgârın fısıltısını, lavanta kokularını nasıl anlatmalı? Ya her şafak vakti gözlerimizi ovuşturarak kalktığımızda önümüze çıkan, sislerle sarılıp sarmalanmış ve havada asılıymış gibi duran ikiz adanın büyülü görüntüsünü? Ya denize dalıp çıkarak avlanan martıları? Ya evlerimizi saran mor begonvilleri? Ya gece ıhlamurlarını?” (Livaneli 14). Ayrıca, anlatıcının mekân olarak bir adayı tercih etmesinin diğer nedeni ise dış dünya ile herhangi bir fiziki bağı bulunmayan, kuralların, müdahalenin, yönetimin olmadığı bir yerdir. Edebiyatımızda önemli yazarlardan biri olarak kabul edilen Akşit Göktürk, yazarların eserlerinde adayı kullanmalarının nedenini şu cümlelerle açıklamıştır: “Yaratıcı bir yazar ise ada diye tanımlanan yer biçiminin doğal yapısında bulunan birtakım özelliklere, bu özelliklerin kendisine sağlayacağı anlatım olanaklarına ilgi duyar. Bu özelliklerin temelinde, bütün adaların paylaştığı, dışardan ayrılmışlık, kendiyle sınırlanmışlık gerçeği vardır. Her ada bir bakıma bütünden ayrılmış, dünyayı ya da ana-karayı uzağında, dışında bırakmıştır. Adada yaşayan bir kimse için, dört bir yanını çepeçevre kuşatan denizlerin ötesindeki dünya dışarıdır.” (Göktürk 12). Anlatıcı, Göktürk’ün dediği gibi adanın sunduğu bütün imkânlardan faydalanarak eserine istediği biçimde yön vermeyi başarmıştır. Adayı “kirlenen dünyanın temiz kalan son kalesi” şeklinde adlandırarak, adanın bu özelliğini sık sık vurgulamıştır.
            Ayrıca, eserde darbeci zihniyetlerin yenilgisine uğramış, özlük hakları ellerinden alınmış insanların hikâyesi de anlatılmaktadır. Adada mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşayan kırk ailenin hayatı, Başkan’ın adaya taşınmasıyla tam bir cehenneme dönüşür. Başkan, devlet görevini zorla bırakmış bir diktatördür ve ailesiyle beraber güzel, fazla kişinin bilmediği, kafasını dinleyebileceği bir yer ararken keşfetmiştir adayı. Onun adaya gelmesiyle adadaki ahenk bozulur. Darbeci bir zihniyet ile adanın kontrolünü ele geçirmek ve adada yaşayan insanları egemenliği altına almaya çalışır. İnsanların yanı sıra hayvanlar ve doğa da bu durumdan etkilenir. Başkan, adadaki ağaçları kestirip, yollar yaptırır ve birçok hayvanının bu durumdan olumsuz etkilenmesine neden olur. Martılara savaş açan Başkan, adadaki hayatın daha da kötüleşmesine sebep olur. Kendisini uyaran Yazar lakaplı kişiyi tutuklar ve bir daha kendisinden haber alınmaz. Bunun üzerine anlatıcı ve Lara halkı Başkan’a karşı örgütleye çalışır, fakat onların sonu da Yazar gibi tutuklanmak olur. Bu kargaşa ortamında kimsenin beklemediği bir olay gerçekleşir; bakkalın kambur ve dilsiz oğlu Başkan’ı öldürür. Başkan’ın ölmesiyle ada eski sahiplerine kalır.
            Distopyalara genel olarak baktığımızda, halkı yönetenlerin, kitleleri kontrol mekanizmalarıyla kendi nüfuzlarına alıp, onların isteklerini ve ihtiyaçlarını göz ardı ettiklerini görürüz. Bu noktada en bilinen örnek olan “Büyük Birader” kavramı ile karşılaşırız. “Günümüzde gözetim kapasiteleri veya gözetim araçları gibi kavramlardan bahsedilirken, genellikle “Büyük Birader” metaforuyla “Büyük Birader Seni İzliyor” sloganına göndermeler yapılmaktadır; gözetime yapılan atıflarda söz konusu olan metafor belli bir imayı ortaya koyar ve enformasyon teknolojilerinin sunduğu imkanlar doğrultusunda geleceğe yönelik felaket senaryolarına yer verilir. Bu açıdan distopyalar, hem gözetimin kendisi hem de gözetime maruz kalanların onu nasıl algıladığına ilişkin bazı ipuçları vermektedir.” (Başaran 83. Son Ada’ ya baktığımızda da burada anlatılan “Büyük Birader” metaforuna benzer özelliklerin Başkan karakteri için kullanıldığını görüyoruz. Anlatıcı Başkan karakteri için “Büyükbaş” söylemini kullanmıştır ve Başkan’ın adaya gelişiyle her şeyin onun kontrolü altında olacağı, gemisinde bulunan uydu telefonlarıyla dış dünya ile iletişim halinde olduğu anlatılmıştır. Ayrıca, Başkan’ın teknolojinin nimetlerinden faydalanarak kontrolü sağlamaya çalıştığını da görüyoruz; “Demek ki teknenin üstünde, bizim radar sandığımız cihazlar arasında uydu telefonları da varmış” (Livaneli 132). Bu nedenle artık ada dış dünya ile tamamen bağımsız olmaktan çıkmış ve dışardaki etkilere açık bir yer haline gelmiştir. Anlatıcı, ada halkının yürümekten keyif aldığı, kuş sesleriyle dinlendiği serin yol olarak adlandırılan, ağaçlar ile kaplı bir yol tasvir etmektedir. Bu yol Başkan’ın müdahale ettiği ilk yerdir. Yolun etrafındaki ağaçlar budanır, ada halkının tepkisini hiçe sayan Başkan bu yolu “yeşil bir duvara” dönüştürür. Artık adalılar yolda yürürken güneşin yakıcı sıcağına maruz kalıyor, eskiden duyulan kuş seslerini duyamıyorlardı. Fakat yapılan propagandalar ve etili beyin yıkama teknikleriyle adalılar, yapılan bu düzenlemelerin kendileri için ideal bir yaşam ortamı oluşturacağına inandırılmıştı. Bu olay, distopyalar da gördüğümüz kontrol mekanizmasının gücünü en iyi gösteren örneklerden biridir.
            Ütopya toplumları eşit bireylerden oluşur ve eşitlik her alanda gücünü gösterir. İnsanların yaşam kalitesi hep birbirine benzerdir. Son Ada romanına baktığımızda insanların adaya Başkan gelmeden önceki ve geldikten sonraki durumları, eşitlik noktasında da çok farklıdır. Mesela, adalıların Başkan gelmeden önce aynı tarz kıyafetler giydikleri görülmektedir. “Doğrusu iskelede toplanmış bizler, bu ailenin şıklığı karşısında pek döküntü kalıyorduk. Kimimiz mayoyla inmişti iskeleye, kimimiz tek bir şortla; en derli toplumuz kısa bir şort ve fanila giymişti. Kadınların da kimi mayolu, kimi şortluydu.” (Livaneli 27). Başkan geldikten sonra, adada Başkan’ı destekleyenlerin kıyafetlerinde değişmeler olduğu göze çarpıyor. Adada yapılan toplantılara Başkan’ın taraftarları, Başkan gibi takım elbise giymeye başlıyor. Bu durum adadaki eşitliğin bozulmaya başladığını, ütopyanın giderek distopyaya dönüştüğünü gösteriyor. Thomas More bu durumu şöyle açıklamıştır: “Başkan yaşayışı ve giyinişi ile normal halktan ayrılmaz. Halkla iç içe onlar gibi yaşar. Kılık bakımından Başkan bile öteki yurttaşlardan ayırt edilemez. Ne süslü püslü bir kaftanı, ne de tacı maçı vardır. Onu öteki ütopyalılardan ayıran tek şey elinde bir küçük başak taşımasıdır.” (More 140). Romandaki Başkan karakterine baktığımızda elinde bir baston taşıdığını görüyoruz. Baston da Başkan’ın kişiliğinde bulunan katılığı öne çıkarmış, onu despot yönetimlerde görülen yöneticilere benzetmiştir.
            Sonuç olarak Zülfü Livaneli’nin Son Ada romanında karşımıza ütopik ve anti-ütopik özellikleri barındıran bir yapı çıkmaktadır. Alegorik unsurlarla süslenen eserde insanlar için eşit, adaletli, hoşgörülü, cennet gibi bir mekân tasvir edilmiştir. Ancak adaya gelen bir diktatörün, adanın iktidarını kendi hâkimiyeti altına almak için yaptığı düzenlemeler adayı bir cehenneme çevirmiştir. Eşitlik, doğaya müdahale, savaş ve barışın işlendiği romanda yöneticilerin yol açtığı, telafisi zor olan hatalı kararlar ağır bir dille eleştirilmiştir. Teknolojinin iktidarların isteklerine hizmet etmesine ve insan hayatını saldırıya açık bir hedef haline getirmesine karşı çıkılmıştır.
                                                                     KAYNAKÇA
Livaneli, Zülfü. Son Ada. İstanbul: Doğan Kitap Yayınları, 2013.
More, Thomas. Utopia. İstanbul: Cem Yayınları, 1992.
Göktürk, Akşit. İngiliz Yazınında Ada Kavramı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1997
Başaran, T. “Soğuk Savaş Sonrasında Bilimkurgu Sinemasında Distopik Sistemler ve Kontral Mekanizmaları”. Ankara Üniveristesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2005.

Mustafa Enes Şahin


KENDİNE AİT BİR ODA’DA KADIN-ERKEK EŞİTSİZLİĞİ

KENDİNE AİT BİR ODA’DA KADIN-ERKEK EŞİTSİZLİĞİ
            Günümüzde, kadın-erkek eşitsizliği hemen hemen bütün toplumlarda sorgulanmaktadır. Fakat geçmişe bakıp böyle bir eşitsizliğin farkında olan veya kadın ve erkek eşit olabilir diyebilen insanları bulmak kolay değildir. Virginia Woolf da bu durumu sorgulayan ve farkında olan nadir insanlardan biridir. Anlatıcı, yaşadığı dönemdeki kadınlara seslenmiş ve erkeklerin boyunduruğundan kurtulmaları için tavsiyeler vermiştir. Erkeklere serbest olan fakat kadınlarının yapmasının yasak olduğu durumları anlatmış ve uygulana bu çifte standartta karşı çıkmıştır.
            Anlatıcı, ilk olarak, erkeklerin sahip olduğu, ancak kadınların sahip olmadığı hakların neden olduğu olumsuz durumlardan bahsetmiştir. Mesela, bir gün çimenlerin üzerinde yürürken bir görevli onu uyarmıştır, çünkü çimenlerin üzerinde sadece erkek üniversite öğrencileri ve öğretim üyeleri yürüyebilirmiş. Yine başka bir görevlide kitaplığa girmek istediğinde uyarmış ve hanımların sadece bir fakülte öğrencisi ile girebileceğini belirtmiştir. Anlatıcı, bu olayları anlatarak, yaşadığı dönemdeki kadınlara özgürlüklerinin nasıl kısıtlandığını göstermek istemiş ve uygulanan bu çifte standartlara kayıtsız kalmamalarını istemiştir. Ayrıca, anlatıcı kadınların, erkeklere göre maddi olarak da bir eşitsizlik yaşadığını fark etmiştir. Bir gün yemek yerken erkeklerin şarap içtiğini fakat kadınların yalnızca su içtiğini görmüş ve cinsiyetlerden birinin neden varlıklı, diğerinin yoksul olduğunu ve kadınların kazandığı her kuruşun neden kocalarının sayıldığını sorgulamıştır çünkü ona göre kadınları erkeklerin boyunduruğundan kurtaracak şey maddi bir gelirlerinin olmasıdır. Bu maddi gelirle kadınlar kendilerine ait bir odaya, kendilerine ait olan bir zaman dilimine kavuşacaklar. Anlatıcı kitabın son bölümlerinde, kadınların geçmişe oranla yine de daha iyi bir duruma geldiğini su cümlelerle anlatmıştır: “Aynı zamanda 1866 yılından beri İngiltere’de kadınlar için iki fakülte olduğunu; 1919’da ona oy hakkı tanındığını anımsatabilir miyim?” (Woolf 124). Anlatıcı burada kadınlara ümitsizliğe düşmemeleri gerektiğini, zamanla bütün hakları elde edeceklerinin mesajını vermiştir.
            Sonuç olarak, anlatıcı yaşadığı dönemde, birçok kişinin sorgulayamadığı, kadın-erkek eşitsizliğinin nedenlerini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Kadınlara, kendilerine uygulanan çifte standartlara karşı sessiz kalmamalarını önermiş ve bu durumdan nasıl kurtulacaklarını anlatmıştır.

                                                                    KAYNAKÇA

Woofl, Virginia. Kendine Ait Bir Oda. İstanbul: İletişim Yayınları, 2013

Mustafa Enes Şahin

BABAYA MEKTUP’DA BABA KORKUSU VE KAÇIŞ

BABAYA MEKTUP’DA BABA KORKUSU VE KAÇIŞ
            Bir oğulun iç döküşünü, söylemek isteyip de söyleyemediği şeyleri, iç dünyasındaki haykırışı anlatır babaya mektup. Anlatıcı, babasıyla olan ilişkisinden, babasının otoriter hareketleri yüzünden ortaya çıkan baba korkusu ve bu korkunun yol açtığı sorunlardan bahseder. Bu korkudan kurtulmak için birkaç kez evlenmeyi dener fakat bu denemeler başarısızlıkla sonuçlanır.
            Anlatıcı babayı değerlendirirken onu hep kendinden üstün görmüş ve kendisini “zayıf, ürkek, ezik, kararsız” (2013: 17) bir insan olarak tasvir etmiştir. Böyle bir insan olmasının nedenini babasından aldığı eğitime ve ona karşı olan korkusuna bağlamıştır. Bu korku sadece babasının ruhsal özelliklerinden (çabuk sinirlenen bir insan olmasından) kaynaklanmamaktadır. Aynı zamanda babasının fiziksel özellikleri ile oğlunu ezen bir baba olmasından kaynaklanır. Mesela, anlatıcı mektubun bir bölümünden babasının bedeni hakkında söyle der: “Sık sık bir kabinde birlikte soyunduğumuzu hatırlıyorum sözgelimi. Ben sıska güçsüz ince; sen güçlü, iri, geniş. Kendimi acınılası bir halde görürdüm, üstelik yalnızca senin önünde değil, tüm dünya önünde, çünkü sen benim için her şeyin ölçütüydün.” (2013: 21). Anlatıcı bu korkudan kaçmak için farklı yollar denemiştir. Evlilik… Aslında bu kaçma girişiminin bir sonucudur. Onun gözünde evlilik babayla eşit haklara sahip olma, bağımsızlaşmadır. Kardeşi Elli’nin evliliği sonucunda babasıyla olan savaşı kazandığını ve özgür olduğunu düşünür. Örneğin anlatıcı söyle demiştir; “Gerçekte evlilik girişimleri, senden kaçmak için en görkemli ve umut verici çabaya dönüştü, ne ki ardından gelen başarısızlık da aynı ölçüde görkemli oldu.” (2013: 55). Kafka’nın annesi Julie Kafka oğluyla ilgili olarak şunları yazmıştır: “O belki de evlilik için yaratılmamış, çünkü bütün arzusu yazmak, bu, onun için hayattaki en önemli şey.” (Heller, 1967: 612). Aslında yazmak da bu kaçışın bir sonucudur. Çünkü ona göre yazmak özgür olmaktır. Mektubun son bölümlerinde söyle demiştir anlatıcı: “Yazıda ve onunla bağlantılı konularda küçük bağımsızlaşma girişimlerinde bulunduğuma, çok küçük ölçekli başarılar getiren kaçış girişimlerinde bulunduğuma daha önceden değindim.” (2013: 64).
            Sonuç olarak anlatıcı mektubunda babasından duyduğu korkunun üzerindeki etkilerini anlatmış ve bu korkudan kurtulmak için çözümün evlilik ve yazmak olduğunu düşünmüştür.
           
                                                                    KAYNAKÇA
Heller, Erich. Franz Kafka. Frankfurt: am Main, 1967.

Kafka, Franz. Babaya Mektup. İstanbul: Can Yayınları, 2013.

Mustafa Enes Şahin

TASMALI GÜVERCİN’DE İLETİŞİMSİZLİLİK SORUNU

TASMALI GÜVERCİN’DE İLETİŞİMSİZLİLİK SORUNU
            İletişim çağının en büyük sorunudur iletişimsizlik. Birbirini anlamayan, görmezden gelen, ötekileştiren, kendini ifade edemeyen insanlarla çevrilmiştir etrafımız. Aynı evde yaşayıp birbirlerini çok az gören aile üyeleri, aynı apartmanda yaşayıp birbirini tanımayan komşular, kültürel farklılıkları yüzünden ötekileştirilen insanlar, yeni ve eski nesil arasındaki iletişimsizlik… Günümüz öykücülerinden Cemil Kavukçu Tasmalı Güvercin adlı öykü kitabında bu sorunları okuyucuya hissettirmiştir.
            Kitabın ilk öyküsü olan Teferiç adlı öyküde Boşnak bir öğrenciyle öğretmeni arasında yaşanan iletişimsizlik tasvir edilmiştir. Öğrenci anlatmak istediği olayı kendi dilindeki kavramlarla anlatmaya çalışmış ve bunu anlamayan öğretmen bu duruma kızmıştır. Bunun üzerine öğrenci kendisini ifade edememiş ve ağlamaya başlamıştır. Öğretmen; “Şu göçmen çocukları da ne kadar güvensiz, ne kadar alıngan oluyordu.” (Kavukçu 19) diye düşünmüştür. Burada görüldüğü gibi öğretmen Boşnak öğrenciyi ötekileştirmiş, onu anlamaya çalışmamış, kültürel farklıklardan dolayı iletişim kuramamıştır. Nitekim günümüzde ortaya çıkan buna benzer sorunlar insanların birbirini anlamaya çalışmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Kavukçu komşular ve aile arasındaki iletişimsizlik sorununa Hangi Kedi adlı öyküsünde değinmiştir. Aynı binada yaşayan ama hangi dairede oturduğunu bile bilmeyen komşulardan bahsetmiştir. “Karşılaştığımızda selamlaşmadığımız, birbirimize günaydın, iyi günler, iyi akşamlar dilemediğimiz, adını Soğuk Nevale taktığım kadın park yerindeki otomobilin başında dikilmiş bana bakıyordu” (Kavukçu 33). Günümüzde bu derece iletişimsizlik sorunu olan, birbirlerini görmezden gelen insanları görmekteyiz. Ayrıca Kavukçu aynı öyküde aile içinde yaşanan iletişimsizlik sorununu Soğuk Nevale ve kızı üzerinden okuyucuya aktarmıştır. “ Seslenmiyordu, kızmıyordu, bir rüya âlemindeymişçesine boş boş bakıyordu kızına. Aralarında anne kız değil de, bakıcı çocuk ilişkisi var gibiydi.” (Kavukçu 34). Anlatıcı, yeni nesil ve eski nesil arasındaki iletişimsizliği de Madalyon adlı öyküsünde ele almıştır. Öyküde, çocukluk hayalini gerçekleştirmek isteyen Naci arkadaşı Bahtiyar ile birlikte sabah namazını kılmak için tarihi bir camiye gider. Daha önce hiç camiye gitmemişlerdir ve bu yüzden çok heyecanlıdırlar. Fakat dış görünüşlerindeki farklılık camiye namaz kıldırmaya gelen yaşlı adamı korkutmuştur. “Korkmakta haklıydı, çünkü kot pantolonlu, uzun saçlı bu kişiler onun her zaman ki bildiği cemaatten değildi” (Kavukçu 42). Burada da iletişimsizlik yüzünden toplumda ortaya çıkan, insanları dış görünüşleriyle değerlendirilmesinden kaynaklanan sorun anlatılmıştır. Hocanın korkmasını anlayan Naci; “Ama ona bunun çocukluğundan kalma bir özlem olduğunu nasıl anlatabilirdi ki.” (Kavukçu 42) diye düşünmüştür. Yazar burada eski ve yeni nesil arasında ki iletişimsizliğe vurgu yapmıştır.
            Bahsedilen olaylarda karakterler birbirleriyle sağlıklı iletişim kuramamışlardır. Nitekim günümüzde bu durumlarla sıkça karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Kavukçu etkileyici üslubuyla bu sorunları satır aralarında bıraktığı izlerle, hikâyelerin bütünlüğünü bozmadan okuyucuya başarılı bir şekilde aktarmıştır.

                                                                           KAYNAKÇA
Kavukçu, Cemil. Tasmalı Güvercin. İstanbul: Can Yayınları, 2014


Mustafa Enes Şahin

ATTİLA İLHAN’IN ŞİİRLERİNDE AŞK

ATTİLA İLHAN’IN ŞİİRLERİNDE AŞK
            İnsanın kendini ifade etme biçimi, benliğini bulma çabasıdır aşk. Sevmek ya da âşık olmak canlılar dünyasında sadece insana özgü olan bir duygudur. Attila İlhan’ın şiirlerine baktığımızda da aşkın onun hayatında büyük bir önem taşıdığını görürüz. Şiirlerinde gerçek aşkların yanında hayali ve imkânsız aşklarda yer alır. Yaşadığı bu imkânsız aşkların sebebi hayatta yaşadığı zorluklardan, maddi imkânsızlıklardan ya da sınıfsal farklılıklardan kaynaklanmaktadır. O zaten gerçek aşkın imkânsız olduğuna inandığını söyler; “Eğer bir aşk normal sürecini yaşar ve gelişirse aşklıktan çıkar” (Eliuz 2).
            Attila İlhan “Sen Beyaz Bir Kadınsın” şiirinde yaşadığı imkânsız aşkı şu dizelerde anlatmıştır:
                        “sen beyaz bir kadınsın
                        uzaktaki
                        gözlerin aklımdan çıkmıyor
                        sen beyaz bir kadınsın karanlıkları dinleyen
                        uzaktaki
                        sarmaşıkları duyuyor musun rüzgârda
                        yorgun başını üşümüş yastığına koyuyor musun
                        uyuyor musun” (İlhan 86).
Şair, sevgilisini kendisinden çok uzakta görmüş ve onu erişilmez biri olarak tasvir etmiştir. Birbirlerine kavuşma olanaklarının olmadığını anlatmaya çalışmış, aklına gelen ama cevabını bilmediği soruları sormuştur. İlhan, yaşadığı yalnızlıktan kurtulmak için bazı şiirlerinde de hayalinde canlandırdığı kadınlara duyduğu aşkını anlatmıştır. Böyle zamanları “insan rastgele bir kadın hayalinden hareket ederek zehrini alacak bir sevgili gereksinir” (İlhan 150) şeklinde açıklamıştır. “Belma Sebil” adlı şiir de bu durumu anlatır:
seni ben kallavi sokağı'nda gördüm 
sen beni görmedin görmedin 
kapıları çaldım adını sordum 
söylemediler öğrenemedim 
seni ben kallavi sokağı'nda gördüm 
bir daha görmedim bilmedim 
belma sebil adını yakıştırdım 
aklıma geldikçe her sefer 
gözlerinin mavisini bitirdim 
saçlarının siyahına başladım” (İlhan 87).
Şair, burada hayâlı bir aşkın yanı sıra sevdiği kızın ismini öğrenememesi, bir daha görememesi ile de yaşadığı aşkın imkânsızlığını da anlatır. Ayrıca, hayalindeki sevdiği kızı ulaşılamaz biri olarak tasvir etmiş ve ona “belma sebil” adını koymuştur.  “Ben sana mecburum” adlı şiirinde de aşkının ne kadar büyük olduğunu, sevdiği kızdan ayrılmasının imkânsız olduğunu anlatır:
ben sana mecburum bilemezsin
adını mıh gibi aklımda tutuyorum 
büyüdükçe büyüyor gözlerin 
ben sana mecburum bilemezsin 
içimi seninle ısıtıyorum” (İlhan 91).
Bu dizelerde şair tasavvufta kastedilen aşkı, gerçek hayattakiyle özdeşleştirmiştir. Tasavvufta yaratıcıya karşı olan mecburiyet, şair tarafından sevdiği kıza karşı olarak kullanılmıştır. Sevdiği kızın ismini aklına kazıdığını ve onu unutmasının mümkün olmadığını anlatır. Ona tekrar kavuşma umuduyla içini ısıttığından bahseder. Bu şiir de şair aşkı büyük, vazgeçilmez bir tutku olarak tasvir etmiştir.
            Sonuç olarak Attila İlhan şiirlerinde gerçek ve hayâlı olmak üzere iki türlü aşka yer vermiştir. Kimi zaman yaşadığı kimi zaman da hayalinde canlandırdığı kadınlara duyduğu aşkı anlatmıştır. Bu aşkların beklendiği gibi mutluğa değil hüzünle, yalnızlıkla ve hayal kırıklığıyla sonuçlandığını anlatır.

KAYNAKÇA
Eliuz, Ülkü. “Attila İlhan’ın Şiirlerinde Postmodernist Söylemin İki Yüzü”. Sosyal Bilimler Dergisi 1. 1-29
İlhan, Attila. Ben Sana Mecburum. Türkiye İş Bankası Yayınları, 2013.

Mustafa Enes Şahin


XENOTRANSPLANTATION

Xenotransplantation
            There have been numerous developments in the subject of biotechnology. One of these advancements contains xenotransplantation, the transplantation of living tissues, cells or organs from one species to another. The purpose of human xenotransplantation is that it proposes a possible solution for the problem of the worldwide shortage in human organs because the number of accessible organs is not equal to the number of needed organs. According to some experts, the number of people waiting for an allotransplant (it refers to a same-species transplant such as human-to-human.) is progressively increasing without organ donations and approximately half of those demanding an organ transplant will die while on the organ donor waiting list (Anderson 205).As we can see, in theory xenotransplantation might provide good solution for organ shortage crisis. However, besides these advantages xenotransplantation contains some serious risks to consider before using it. Firstly, the risk of organ rejection is very high in xenotransplantation and due to the rejection patients might die. Secondly, xenotransplantation might cause some diseases because animal organs and tissues contain some viruses. This situation may affect badly receivers’ and also whole society’s health. Moreover, xenotransplantation influence patients’ psychology and animals’ welfare. Lastly, there are also some religious concerns about xenotransplantation. Therefore, we should consider these criteria when deciding against xenotransplantation.
First of all, xenotransplantation has three different effects on the recipient. The first one is the risk of rejection. Our immune system uses a diversity of tools to protect our body against alien organisms like bacteria and parasites. This would comprise defending against transplanted organs, tissues or cells. Hughes states the risk of rejection is higher in xenotransplantation and result of this rejection recipient may die (Hughes 20).  Therefore, the risk of rejection in xenotransplantation mainly contains the immune system most probably assaulting the transplanted organs and not identifying it because the differences between the donor mammal and the recipient are much greater. According to an expert “rejection is the major cause of the loss of allotransplants from unrelated human donors, so it can be predicted that xenotransplants will be much worse” (Cummins 52). In my opinion, people should consider the risk of rejection before using xenotransplantation because the level of rejection risk is very high and the result would be an excessive strict immune response which may aggravate the patient’s situation. Therefore, the risk of rejection can be one of these criteria when deciding against xenotransplantation.
The second effect on the receiver is the risk of dangerous diseases. Animal pathogens can be transmitted to humans. For example, some specialists assert that “Diseases like HIV, Ebola, Hepatitis B, and, most recently, bird flu, originated in animals” (Olakanmi and Purdy 2) . Therefore, xenotransplantation may also cause dangerous diseases because some diseases have already infected humans without xenotransplantation. In addition to that it might cause also new deadly diseases because some viruses might be harmless to their animal host, but they can be harmful when transmitted to humans. According to some researches one kind virus is harmless to Macaque monkeys, but fatal to humans (Sykes, d'Apice ve Sandrin 1102). For this reason, I think that people should against xenotransplantation until the risk of diseases is resolved because their health may be worsened. The most significant problem is the risk of spreading infectious illnesses to the broader population like in case of bird flu, pig flu. Hanson says that xenotransplantation represents a possible danger to the communal well-being even though it supplies a few advantage to individual patients (Hanson 22). We can understand from that xenotransplantation might cause a kind of epidemic disease and affect all people in the world. Therefore, people should think twice because their decision affects not only their welfare but also whole society’s welfare. Moreover, according to experts pigs are often used as a source for organs in xenotransplantation; however, pigs harbor a diversity of identified and unidentified bacteria and viruses (Olakanmi and Purdy 4). In my opinion, this situation increases the risk of disease because pigs are contains dangerous and undiscovered viruses. As a result, the risk of disease issue is very important because it affects both patients’ and other people’s health. That is why; the risk of disease should be noted when deciding against xenotransplantation.
Thirdly, xenotransplantation cause also some psychological problems. For example, some people believe that xenotransplantation destroys structure of our body and our characteristic depends on our body’s structure (Hughes 21). Therefore, because of this distortion people may have problem with their self-image and they may not be same person after xenotransplantation. This situation affects their psychology negatively. As said by Hughes “One cause of unease is the breaching of normally inviolate boundaries. This is seen in human organ transplantation. The recipient of a transplanted organ may feel that the boundary between self and non-self has been breached. ... With xenotransplantation, an additional boundary, that between human and animal, may become blurred." (Hughes 19). We can understand from that xenotransplantation may break boundaries between human and animal and at the end humans might feel themselves like an animal. They might have some trouble with their identity. Therefore, this issue should considered by people when deciding against xenotransplantation.
 Furthermore, experts have been trying several ways to overcome the risk of rejection and disease problem, but these ways are also cause another problem. For example, Hanson says that they use genetic engineering in order to change organs, cells and tissues of the donating animal and they try to create transgenic animals. By these transgenic animals, they can reduce the risk of rejection (Hanson 24). However, I think this situation raises serious problem about the welfare of the animals used in the clinical practice because these animals might be subjected to painful biological and surgical manipulations during experiments. In addition, in order to reduce the possibility of epidemic disease scientists try to raise possible donor animals in a pathogen-free environment. Scientists claim that “Donor animals may also suffer because of the conditions necessary for producing safe organs. To maintain a sterile environment, infant animals will be delivered by cesarean and kept isolated, causing much emotional suffering in social animals like pigs.” (Olakanmi and Purdy 2). We can understand from that donor animals are forced to spend their lives confined in unnatural, sterile environment, unable to satisfy their basic behavioral need, until death. In my opinion, this is also violation of animal rights because they cannot live their natural habitat, they are isolated from their environment. As we can see xenotransplantation affects donor animal’s welfare in a bad way. Therefore, people should also consider animal’s welfare and right when determining against xenotransplantation.
            Last but not least, there are some religious concerns about xenotransplantation. Religion is important because it acts a chief role in the daily life of numerous persons and also it might influence and restrain lifestyle choices and activities, containing which nourishment may be consumed or which medicinal cure may be undertaken. According to Sykes Islamic and Judaic rules ban the breeding and eating of pigs (Sykes, d'Apice ve Sandrin 1104). Therefore, some people might say that transplanting pig organs into Jews and Muslim would be forbidden. In addition, some religions have different opinions about this topic. For example according to the writer the central educations of Buddhism concerning the protection and minimization of damage to animals would make xenotransplantation unacceptable (Sykes, d'Apice ve Sandrin 1106). Moreover, as stated by Sykes Hinduism also has some problem about xenotransplantation. They believe that the body must stay complete to pass into the next life (Sykes, d'Apice ve Sandrin 1106). Thus, most likely they do not believe in transplantation and also xenotransplantation. In my opinion, health-related treatment should comply with religious rules because religion plays an important role in some people’s lives. As a result, people should consider religion factor, while deciding against xenotransplantation.
To sum up, xenotransplantation is one of the recent controversial fields of bioethics. Nevertheless in theory, an effective xenotransplantation practice can solve the problem of organ scarcity because thousands of people die because of the lack organ donations. However, several main moral problems need to be resolved before processing. One of them is effects on the recipient like the risk of rejection, disease and psychological damage. The risk of rejection and psychological damage cause some serious problems but these affect only individuals. However, the risk of disease may affect whole global society because these diseases may turn into a contagious illness like bird flu, pig flu. The result of this situation might be catastrophic. Another important point is religions’ viewpoint because religions can be very important for some people. They regulate their everyday life and decision according to religious rules. Islam, Christianity and Judaism look positively for xenotransplantation because it presents some benefits for men like alternative organ source. On the other hand both Hinduism and Judaism are against the idea of xenotransplantation.  They have different reasons. For example according to Buddhists animal’s welfare and rights is very significant. That is why they do not accept to use them in clinical exercise and they also believe that animals have human like characteristics. Additionally, Hindus believe life after death. Therefore, their body must stay complete. Consequently, people should consider these factors when deciding against xenotransplantation and also they should reject it.

Works Cited

Anderson, M. "Xenotransplantation:A bioethical Evaluation." Global Medical Ethics (2006): 205-208. Print.
Cummins, Joe. "Xenotransplantation: How Bad Science and Business Put the World at Risk from Viral Pandemics." Institute of Science in Society (2004): 50-26. Print.
Hanson, Mark J. "Case Study A Xenotrasplantation Protocol." The Hastings Center Report (1999): 22-25. Print.
Hughes, Jonathan. "Xenografting: ethical issues." Journal of Medical Ethics (1998): 18-24.Print.
Olakanmi, Ololade and Laura Purdy. "Xenotransplantation: For and Against." 2006. Web. 14.04.2014
                < http://philosophynow.org>
Sykes, Megan, Anthony d'Apice and Mauro Sandrin. "Position Paper of the Ethics Committee of the International Xenotransplantaiton Association." Transplantation (2004): 1101-1107.Print.

 Mustafa Enes Şahin

 




SEX SELECTİON FOR NON-MEDİCAL PURPOSES

SEX SELECTİON FOR NON-MEDİCAL PURPOSES

Improvement in reproductive technologies over the past few ten years have given couples the freedom and capacity not only to know the gender of their child before birth, but also to choose the sex of their children before being injected into the uterus. For instance, one of these technologies is Pre-implantation Genetic Diagnosis (PGD). PGD tests the chromosomes of an embryo to determine genetic anomalies and gender.  Basically, by this technology parents can determine whether their child is a boy or girl and also homosexual or heterosexual. However, this technology causes new controversy among people and people began questioning whether sex selection for non-medical purposes should be condemned because of its impact on society. At this point, I share the same concern with people who think that sex selection for non-medical reasons should be condemned because this technology causes imbalances in the society, sex selected children may have gender identity problems in the future and this technology is generally referred to as the first step in the creation of designer babies. Therefore, all of these reasons parents should not use sex selection for non-medical reasons and it should be condemned.
            First of all, sex selection for non-medical purposes causes gender imbalance in the society. For example, if parents are able to choose their child’s sex, the world population may become skewed because parents might prefer one sex more than other. Akchuring and Kartzke find that boys have been preferred to girls in some Asian culture (Robertson qtd. in Akchurin and Kartzke 3). We can see that, in some culture people have already preferred boys over girls and therefore if they are capable of choosing their child’s sex they may choose mostly boys. Result of this situation society faces gender imbalance. Moreover, in many developing countries, startling gender imbalances exist. For instance, Edgar Dahl finds that in India, China and also Korea have occurred imbalance sex ratios (Mudur qtd. in Dahl 3). Thus, if sex selection will used in these countries they may face more surprising imbalance sex rate. In addition, abnormal sex ratio in human populations may cause some significant problems. For instance, Dahl refers to these problems in his article. According to his article gender imbalance cause a great rise in compulsory bachelorhood, homosexuality, polyandry, molestation, ravishment and other sex-related violations (Etzioni qtd. in Dahl 3). As we can see, gender imbalance causes such problems and also gender imbalance may lead to increase the ratio of same-sex marriage. If same-sex marriage is increase people cannot have a child in a normal way. Therefore, when we look at the cost of vitro fertilization (according to some expert the average IVF cost is $12.000 (Gurevich 1.1) in the USA.) most of people cannot afford it and then at the same time human race might be in danger because of the declining birth rate. Therefore, sex selection should be condemned for non-medical purposes due to its impact on society.
            On the other hand, proponents of sex selection assert that people use sex selection for family balancing and they say that couples have already one or two same-sex children. Therefore, they want to choose the sex of their next child in order to balance the gender ratio of their children. However, this claim can be viewed as a couple’s desire for a child of a certain sex because according to Akchuring and Kartzke there is no enough data supporting that family balancing provides an important benefit for single children or society as a whole (Akchuring and Kartzke 4). Thus, if there is no strong evidence for necessity of family balancing parents should not use it because this situation shows that they want to use it just satisfy their parental desires. As a result, this situation cannot be a good reason for supporting sex selection.
            Secondly, sex selection for non-medical purposes cause gender identity disorder which “is defined by strong, persistent feeling of identification with the opposite gender and discomfort with one’s own assigned sex” (Akchurina and Kartzke 8). Results of this situation, people do not feel whole or complete (qtd. in Akchurina and Kartzke 8). We can say that if normal people who are born without sex selection can face such problems, most probably, others who are born with sex selection might face such problems easily because their sex was chosen before birth for them by others. Moreover, in certain cases this situation might affect the relationship of the parent and child. For instance, according to Greenberg and Bailey homosexual couples may desire to have homosexual children (Greenberg and Bailey 430) and presumably, the only way to have homosexual children is to use PGD. Therefore, homosexual parents’ children might face this problem and if he interests in the opposite sex it may affect the relationship with their parents negatively because these parents want to have children more like themselves. We can see that sex selection does not happy people at all and it causes such problems. Thus, it should be condemned due to its impact on society.
            Thirdly, sex selection can be the first step of the creation of designer babies because if parents able to choose sex of their children then, they want to choose other characteristics of their baby such as eye color, intelligence, height. The problem is that by this technology sex selected children may be turning into commodities. For example, parents choose their baby like choosing a car or a house. According to Dahl it is dehumanizing their character and their dignity (Dahl 5) because parents may view their children the same way they view their commodities. Thus, this technology gives harm on human comprehension because they cannot look them as human beings. Moreover, if this technology becomes a reachable medical trend, then it would create a division between people who can afford the technology and who cannot. For instance, wealthy people would be able to afford the selection of desirable characteristics in their offspring, while poor people would not be able to access the same choice. Therefore, sex selection should be condemned due to its impact on society.
            Some people assert that embryo is not a person that is why people can design their babies. For example according to Liao’ article “The concern that PGD destroys person is valid of course only if one regards an embryo is being a person. Many people do not. Indeed, a number of writers have defended PGD as a viable, ethical option for sex selection, supposing that the embryo is not a person” (Liao 116). Firstly, it is a controversy issue that the embryo is a person or not and there is no clear evidence about that issue. Therefore, we cannot justify this by looking at the assumptions. Secondly, it is incontestable fact that people interfere with a natural process when they choose the sex of their children determine their characteristics and by this interference they are played with fate of their children. As a result, we cannot support sex selection by looking at this argument.
            To sum up, sex selection causes gender imbalance in the society and some significant problems like bachelorhood, homosexuality, polyandry, molestation and ravishment. In addition, children face gender identity problems and this problem might affect sex selected child easily. Moreover, sex selection will enviably lead to the creation of designer babies and by designer babies parents would begin to see their children as commodities. Doctors cannot guarantee the gender of the baby and cannot determine all mental and physical disorder. For this reason, gender selection is not totally safe or proved process. Therefore we should condemn it.

WORKS CITED
Akchurin, Whitney and Ryan Kartzke. The Ethics of Gender Selection
Dahl, Edgar. Boy or Girl: Should Parents Be Allowed to Choose the Sex of Their Children?. Cardiff Centre for Ethics, Law & Society
            http://www.ccels.cardiff.ac.uk/
Gurevich, Rachel. How Much Does IVF Cost?. December 30, 2013
            http://infertility.about.com/
Greenberg, Aaron S. and Michael Bailey. Parental Selection of Children’s Sexual Orientation. Archieves of Sexual Behavior, Vol. 30, No. 4. 2001.
Liao, S. Matthew. The Ethics of Using Genetic Engineering for Sex Selection. Journal of Medical Ethics, Vol. 31, No.2. Feb, 2005


Mustafa Enes Şahin